Politik Biçimleniş Ve OLİGARŞİ

0 19
image_pdf

-YENİ-SÖMÜRGECİ İLİŞKİLER veTÜRKİYE

A) Sürecin Başlangıcında, Yerli Birikim ve Bütünleşme Potansiyeli

2. Savaş sonrası Türkiye’ye şöyle bir baktığımızda, herhalde o dönem için yapılabilecek en anlamlı saptama, onun bir “muz cumhuriyeti” olmadığıdır. Yani Türkiye sıfır noktasında değildir.

Burjuva bir önderlikle gelişen ya da başlangıçtaki kendiliğinden direnişler döneminden hemen sonra burjuva önderliğin hegemonyasına giren 1919-23 savaşı bittiğinde, ortada artık bir burjuva cumhuriyet vardır. Kürdistan’ı da bölge ülkeleriyle cetvel hesabı paylaşan ve bir parçayı sömürgesi kılan Kemalist cumhuriyettir bu. Daha doğru bir deyimle söylenirse, aslında olan şey, yeni bir “sömürgeleştirme” fiilinden çok, var olan imparatorluk sömürgelerinden elde kalan son bir parçanın “muhafazası”dır. Ama bu kez daha farklı bir biçimde: Varlığını da yadsıyarak…. Böylece Kuzey Kürdistan açısından ortaya klasik sömürgeciliktende farklı olarak bir tür iç-sömürge tarzı çıkmış ve üniter mantığın içinde, bir dizi başka faktörün de etkisiyle ilişkinin sömürgeci niteliği bulanıklaştırılmış, uzun süre gizlenebilimiştir. Öte yandan, burjuva cumhuriyetin seçtiği yol bellidir.

Seçilen yol; kapitalizmdir. Ve 1920’lerin “tek bir zincirin halkalarından oluşan” dünyasında bu yol seçildiğinde, emperyalizmden bağımsız olmak mümkün değildir. Ve zaten bu objektif gerçek bir yana Kemalist kadronun böyle bir derdi de yoktur. Henüz savaş sürerken bile hem sözel düzeyde, hem de pratik uygulamalarda emperyalizme ilişki isteği net olarak gözlenir.

Zaten bir ölçüde sonraki süreç, bir ikilem içine sıkışmışlıkla karakterize olur. Bir yanda seçilen kapitalist yol vardır, diğer yandan da bu yolun bağımsız gelişiminin (yönetici kadronun bu istekte olduğunu varsaysak bile) önünün baştan tıkalı oluşu…

Yani, sözgelimi 18. ve 19. yüzyıl Avrupasında olduğu gibi feodalizmin tasfiyesiyle yeni üretim ilişkilerinin önünü radikal biçimde açmak, bu yolla yoğun birikimler yaratmak imkânı fiilen bulunmamaktadır. 1920’lerde böyle bir yalıtılmış ada yeryüzünde bulunmamaktadır ve zaten Kemalist kadro böyle istek ve kararlılık içinde değildir. Kadro, başından itibaren ülkedeki en geri kesimlerle işbirliği içine girmiş, statükoları çok sarsmamaya özen göstermiştir.

Böylece yaşanan süreç, başta “yüce kurtarıcı”nın kendisi olmak üzere eski “savaşçı” kadronun zenginleşerek belli birikimlere ulaştığı, ticaret burjuvazisinin palazlandığı bir süreç olmuş, ama baştan beri emperyalizmle temas halinde olmasına karşın bu birikim yine de sınırlı kalmıştır. Emperyalizmle ekonomik ilişki ise daha çok “acenta”lık düzeyini aşamamıştır. Ama her şeye karşın 45’lere gelindiğinde ortada varolan birikimi çok küçümsememek gerekir. Özellikle “devletçilik” sürecinde palazlandırılan “ticaret erbabı” artık daha “büyük işler”in hevesi içindedir. Ortalık bir Afrika sömürgesi toprağı gibi bomboş değildir, yani; emperyalizm bugünkü işbirlikçi güçleri yoktan varetmemiştir; Zaten öteden beri kendisiyle temas içinde gelişmiş bir güç vardır.

Bu nokta 1945’lerde tıkanma ve açılım noktasıdır. Emperyalizm, artık yeni bağımlılık ilişkileri isteği içindedir ve Türkiye -coğrafi konumu da dahil olmak üzere- her açıdan bu yeni ilişkilerin modeli olarak düşünülmektedir.

Artık sözkonusu olan, mevcut potansiyel ile emperyalist yatırım kanallarının içiçe geçmesi ve böylece zaten varolan işbirliğinin yeni bir boyuta sıçramasıdır. Bunun için, bütün teslimiyetçiliğine karşın yine de emperyalizmle hizmette hantal kalan bir yönetim kuşağı tasfiye edilmiş, bütünleşmenin önünü en büyük hızla açabilecek olan bir popülizm yakalayabilmiştir. “Çok partili demokrasi” aşkının aynı döneme denk düşmesi bu açıdan bir rastlantı değilidir, ki aynı sürece kırk yıllık bunaltıdan bezgin düşmüş yığınların gelişme isteği de denk düşmüş ve bu noktada TC tarihinin en işbirlikçi ve en halk düşmanı kadroları, en büyük kitlesel desteği yakalayabilmişlerdir.

Böylece yol düzlenmiş ve Türkiye yeni-sömürgeciliğin uygulandığı başka ülkelere oranla daha hızlı bir tempoyu yakalayabilmiştir. Bu fark önemlidir; çünkü böylece süreç hızlanırken, bir yandan düzene daha yüksek bir yedekleme kapasitesi sağlanabilmiş, öte yandanda “işgalin gizlenişi” daha elverişli bir zemine oturmuştur.

B) Bir Özet… “Kalkınma Hamlesi” Ve Çarpık Tekelleşme

Bu noktada “emperyalizmin ülkeye girişi” gibi kavramlar ve tanımlamalar kuşkusuz yersizdir. Sözkonusu olan şey, aslında emperyalizmle ilişkiler açısından kesintisiz bir sürecin devamıdır.

Dönemin koşulları içinde Türkiye’ye yüklenen rol, hem bölgesel düzeyde bir “ileri karakol” olma durumu, hem de “derinleşen bir pazar” konumudur. Rockefeller’in o günlerde Eisenhower’e sunduğu rapor durumu anlatmak açısında aslında oldukça yeterlidir. “Hükümet (ABD hükümeti), özel sermaye yatırımlarını cesaretlendirmeli ve onlardan akıllıca yararlanmayı bilmelidir. Bu yatırımlar yardımıyla birçok siyasal amaca ulaşabilir. Bu tip özel sermaye yatırımları, zamanla bütün gayri-meşru muhalefeti ve politikamıza karşı direnişi ortadan kaldırabilmeli ya da nötralize edebilmelidir. Ayrıca bizi desteklemekte kararsız ve sallantılı olan bütün özel girişim ve çıkar çevrelerini etkilemelidir. Aynı zamanda, ABD ile işbirliğine hazır yerli işadamlarına yardım arttırılmalı ve böylece bu işadamlarının ilgili ülkelerin ekonomisinde kilit noktaları ele geçirmeleri, buna dayanarak politik etkilerinin artması sağlanmalıdır.” (Avcıoğlu)

Olağanüstü bir kibarlıkla söylenen bu sözler aslında bir dönemin temel politikalarıdır. İkili Anlaşmalar, NATO’ya giriş, ODTÜ’den MTA’ya, Planlama’ya dek her köşeye yayılan “uzman”lar, askeri ünitelerin yeniden düzenlenişi ve bağımlılığın her yönden derinleştirilip pekiştirilmesi süreçleri birbirini izler. Bu arada kredilerle desteklenen ve pazarı bütünselleştiren (ABD uzmanı Thornburg’un deyişiyle “küçük küçük Türkiye’leri birbirine bağlayan”) ulaşım-iletişim projeleri gelişirken, öte yandan yerli işbirlikçilerin birikimi ile çok uluslu şirketlerin yatırımları “ithal ikameciliği” diye nitelenen bir süreçte buluşup kaynaşmaktadır. Marshall yardımından, askeri fonlardan aktarılan “hibe” lere kadar hatırı sayılır kaynaklar bu işe koşulur. Kredilerin dağılımı TSKB gibi araçlarla uygun şekilde düzenlenir; daha doğrusu aslında “para parayı çeker” ve bu dağılım belirli noktalarda yoğunlaşır. Yabancı sermaye yasaları ve bütün mevzuat “Batı’da hayranlık uyandıran” bir şekle sokulurken miktar olarak çok fazla olmayan ama çeşitli anlaşma biçimleriyle bağımlılık ilişkisini pekiştiren bir sermaye akışı hızlanır; sınırsız kâr transferi, kredi-vergi-kota kolaylıkları, teşvik yasaları ve devlet işletmelerinden sağlanan ucuz girdiler… Hepsi, çarpık ve suni şekilde büyüyüp tekelleşen bir sanayi yapısının oluşturulmasına hizmet ederler.

Sonuçta, gerçekten bu dönemde yaratılan, sözgelimi 30’lu yıllarla kıyaslanamayacak bir “büyüme” ve “kalkınma” görünümüdür. Bu, baştan sakatlanmış ve bir süre sonra tıkanacak olan yapay bir sanayileşme atmosferidir ama yine de varlığı inkâr edilemez.

Böyle normal olmayan, emperyalizme bağımlılığıyla kendi dinamiği sakatlanmış bir “gelişme”, emperyalizmin işbirlikçisi durumundaki burjuva kesimler açısından da “normal olmayan” büyüme biçimleri yaratmış ve Batı’daki tarihsel evrime pek benzemeyen bir yoldan olağanüstü hızlı bir tekelleşmeye yol açmıştır. Kredilerin dağılımından kolaylıkların binbir çeşidine dek uzanan bir korunma ortamında emperyalizmle bağımlılık ilişkileri içinde büyüyen yerli birikim, kısa sürede ve sıçramalar yoluyla tekelleri yaratmıştır. Ve kuşkusuz bu süreç, serbest rekabet koşullarındaki merkezileşme ve yoğunlaşma eğiliminin bir ürünü olan bilinen tekelleşme tarzına oranla daha zayıf ve yapay bir olgu yaratmıştır. Zaten emperyalizm çağında herhangi bir ülkede, bilinen (deyim yerindeyse “doğal”) yoldan bir kapitalist gelişme ve tekelleşme de mümkün değildir ve mevcut birikim ancak bir dışa bağımlılık ilişkisi çerçevesinde, bir “oksijen çadırı” mantığı içersinde tekelleşme şansına sahiptir. Dolayısıyla ortaya çıkan durum, batıdaki finans kapital olgusundan oldukça farklı, zayıf ve kendi dinamiklerinden büyük ölçüde yoksun bir tür tekelleşmedir.

C) Politik Biçimleniş Ve Oligarşi

Böylece oluşan işbirlikçi tekelci katmanların ise politik düzeyde bütün yapı üzerinde tam hakimiyeti, dolayısıyla bir finans oligarşisi manzarası göstermesi beklenemezdi. Feodal yapı ile karşılıklı konumlanış böyle bir zayıflığın üzerinde oluşmuştur. Geri üretim yapılarını tümden tasfiye eden köklü (ve bu anlamda “normal”) bir süreç yaşanamazken, buna parelel olarak politik düzeyde de ülkedeki en geri güçlerle ittifak kendini bir zorunluluk olarak dayatmıştır. Bütün bu süreç bir çelişkiler-ittifaklar yumağı halindedir; geri adımlar, ileri doğru ataklar yapmak ama hiçbir zaman tam cepheden karşılaşmamak, süreç boyunca tekelci burjuvazinin tavrını karakterize etmiştir; daha doğrusu tekelci burjuvazi böyle bir tavra mahkumdur.

Ancak, feodal ilişkilerin zaman içerisinde uğradığı “çözülme” de yadsınamaz bir gerçekliktir. Zaman içerisinde, ülkede bağımlı kapitalistleşmenin gelişimiyle birlikte, feodal ilişkilerin salt kendine yeterli, su sızdırmaz- dışa kapalı yapısı önemli ölçülerde çözülmeye uğramış, kapitalist pazar ilişkileri uç noktalarına dek yayılma göstermiştir. Süreç boyunca tarım-sanayi dengesinin sürekli tarım aleyhine bozulması yanında, değişikliğe uğratılan ve merkezi iletişim-ulaşım mekanizmasıyla metropole bağlanan tarımsal yapı, kapitalist pazar ilişkilerinin girebileceği önemli gediklerle parçalanmış, sonuçta kapitalist üretim ilişkileri ülkenin hakim biçimi haline gelmiştir.

Üstelik, bütün bunlar, statükoyu fazla sarsmadan, politik dengeleri (mecburen) koruyarak, bağımlı kapitalistleşme sürecinin seyri içinde gerçekleştirilmiştir. Sözkonusu olan, bir üretim ilişkisinin güçlerinin bir diğerini kendi gelişim dinamiğiyle tasfiye etmesi, yani bir yüzey üzerinde bir şeyin genişleyip diğerini yok etmesi değil, yeni-sömürgeci ilişkilerin daha karmaşık bir açılımıdır. Feodalizmin bağrında gelişip serpilip nitel bir sıçramayla onu tüketen bir kapitalist gelişmeden çok, yeni sömürgeciliğin temel mantığı içinde geliştirilen bir yapı vardır ve burada derinleştirilen kapitalist ilişkiler, ülkedeki en geri güçlere de çıkarlar sağlayan bir yapı göstermiştir. Devrimci bir tasfiyenin tam aksine, yöntemin temel unsuru, mevcut güçlü tarım kesimlerinin çıkarlarının mümkün olduğunca korunması, hatta bu kesimlerin hem nakdi kazanç, hem de mülkiyet açısından daha da zenginleştirilmesi olmuştur. “Gerilerken zenginleşme” ve çoğu durumlarda da bu zenginliğin ticarete ve yatırımlara akması dönemi karekterize etmiştir.

Böylece tarımda ortaya “kısmen geçişli” ve “daha fazla kademeli” bir yapı çıkmış, kırda (katı feodal düzenin serf-senyör ilişkisinden farklı olarak) sosyal tabakalaşma çeşitlenmiş, eski usül büyük toprak sahiplerinden, kapitalist işletmelere, küçük üretimden, tarım işçilerine dek uzanan daha renkli bir yapı çıkmıştır. Tarımdaki atıl birikimlerden sanayiye kaymalar gözlendiği gibi, kapitalist şirketlerin de tarımın belli dallarına sıçramalar yaptığı görülebilmiştir. Her halükârda sözkonusu olan şey, tarımın zaman içerisinde eski kendi içinde dönen sisteminden uzaklaştırılıp merkezi pazara bağlandığı ve yeni-parasal ilişkilere giderek daha fazla angaje edildiğidir. (8)

Bütün bu gelişmelerle, nüfusu atıl halde bünyesinde tutan kapalı feodal yapılar yıprandıkça ve makineleşmenin de etkisiyle toprağın temerküzü yeni bir boyutta gerçekleştikçe, hergün artan sayıda insan kırdaki köklerinden sökülüp fırlatılmış ve çarpık kapitalist sanayinin emme kapasitesiyle orantısız şekilde kentlere yığılmıştır. Son kırk yılda kentlerin nüfus oranları adım adım yükselmiş ve ortaya daha sonra açacağımız marjinal yerleşim biçimleri ve marjinal geçim sağlama yöntemleri büyük bir hızla çıkmıştır.

Yeni-sömürge tarzı kapitalistleşmenin bir başka sosyal sonucu da merkezi devlet otoritesinin ve iletişim-ulaşım ağının ülkenin en uç köşelerine dek -bir klasik sömürge ülkeyle kıyaslanmayacak ölçüde-yayılması, her köşede hissedilir olmasıdır. Kapitalist pazar ilişkileri yayılırken belirli bir alt yapıya dayanarak devlet kurumları da kendini önceden ulaşmadığı bölgelere yaymış, idari-hukuki etkinliği ve zor güçleri anlamında daha kesin egemenlik biçimlerine varmıştır, ki bu durum “içsel olgu” konumundan ötürü aynı zamanda emperyalist hakimiyetin yayılması anlamına gelmektedir. Ve tabii aynı kapıdan yeni değerler, ideolojik araçların etkinliği ve politik dalavereler de girmiş ve yerel güç sahiplerinin de sürece katılımıyla bütün ülkeye yayılmıştır.

Sonuçta ortaya ülkenin yönetimi anlamında da batıdaki örneklerinden farklı, yeni sömürgeye özgü ilişkiler ve bu ilişkilerin karmaşık bir bileşimi çıkmıştır. Kırdaki hakim güçlerle doğrudan hesaplaşmayan ama alttan alta kapışırken bir yandanda işbirliğine giden tekelci burjuvazi, böylece onları da içine alan bir yönetim tarzı yaratmışıtr. İşbirlikçi tekelci güçler ile diğer gerici sınıfların en elit tabakalarının bu eşitsiz ve çatışmalı ittifakı, kendisini bir oligarşik yönetim olarak ortaya koymuştur.

Oligarşik yönetim, gelip geçen hükümetlerin ötesinde, ülke yönetiminin tam kendisi olarak belirmiştir. Ülke, görünüşte politik kadrolar (daha çok da politik-askeri kadrolar!) tarafından yönetilmektedir ama bu görünüm esas yapının gözden kaçırılması için gerekçe değildir. Esas yapı, sürekli ve kalıcı olan devlet mekanizmasıdır. Egemen sınıfların güç ilişkileri -ve çatışmaları- bu oligarşik mekanizma içinde somutlaşıp kurumlaşmıştır.

Şüphesiz oligarşi kavramı çatışmasız-durağan bir güçler ilişkisini ifade etmemektedir. Oligarşi, tekelci burjuvazi açısından zorunlu bir iktidar paylaşma durumu olmuştur ve zaman içerisinde bu paylaşımın oranları hiç de sabit kalmamıştır. Başından beri burjuvazinin belirgin üstünlüğüyle yürüyen devlet gemisinde, bu kesim her geçen gün daha fazla güç kazanmış, daha belirleyici hale gelmiştir. Hatta aynı süreçte burjuvazinin çeşitli klanları arasında da güç dengeleri değişmiştir.

Öte yandan bu yönetim tarzı, emperyalizmle ilişkiler açısından da yeni bir durumu ortaya çıkarmış, artık işbirlikçi burjuvaziyle bir bütün hale gelen emperyalist çıkarlar dıştan dayatılan bir şey olmaktan çıkmış, gelip ittifakın odak noktasına oturmuştur. Oligarşik Blok’un bir parçası olarak emperyalizm bu kez daha üstü örtülü ama daha sağlam biçimde ülkeye hakim olabilmiştir. (9)

D) Kriz, Faşizm Ve Devrimci Durum…

Böyle bir başından sakatlanmış gelişim, doğası gereği, yapısal bir olgu olarak krizi barındırmakta, onu dönemsel bir olgu olmanın ötesine taşıyarak sürekli kılmaktadır. Yeni-sömürgelere özgü bu durum, teorik düzeyde “Milli Kriz” ya da “Devrimci Durum” kavramlarını zorlamış ve yeniden yorumlama gereğini doğurmuştur. Kabaca, toplumun bütününü sarsan bir politik-iktisadi-sosyal buhran sonucunda artık ezenlerin eskisi gibi yönetemediği, ezilenlerin de eskisi gibi yönetilmek istemediği bir durumun ortaya çıkması demek olan milli kriz, klasik biçimiyle; yani gelişmiş kapitalist ülkelerde, sistemin genel bunalımının derinleşme noktalarına bağlı olarak belirli dönemlerde oluşabilmektedir. Belirli dönemlerde, düzen her alanda çıkmaza sürüklenmekte, bütün çiviler çıkmakta ve proletaryanın iktidara el koyması için (Subjektif durumun yaratılması koşuluyla) uygun koşullar çıkmaktadır ki subjektif faktörle tamamlanan bu durum marksist terminolojide “devrim aşaması” olarak tanımlanmıştır.Yani burada, uzunca bir evrim süreci sonunda ulaşılan ve nisbeten kısa sayılabilecek bir esas vuruş momenti sözkonusudur.

Oysa, ülkemizde ve benzeri ülkelerde çivi daha başından çıkmış durumdadır. Bağımlı gelişme başından beri ülkeyi ekonomik-politik-sosyal olarak hastalıklı bir sürece itmiş ve genel istikrarsızlık, hızlanarak yaşanan çürüme-çöküntü durumu zamana yayılmış, karakteristik bir çizgi olmuştur. Nisbeten kısa dönemlerde varlığını duyuran milli kriz yerine, sürecin bütününü kapsayan, giderek derinleşen (ve derinleştirilmesi devrimci iradenin müdahelesine bağlı olan) bir süreklilik vardır. Aynı hastalıklı yapı ve bu yapının bir burjuva demokratik devrim sürecinden geçmemiş olması, faşizm konusunda da koşulları dikkate alan değerlendirmeleri gerektirmiştir. Yalnızca Alman ve İtalyan örneklerini dikkate alarak orada takılıp kalan, faşizmin “tekelci sermayenin en azgın yönetimi” olduğunu yinelemek, onun bağımlı ve yeni-sömürge ülkelerde aldığı yeni biçimleri görmezlikten gelmek zaten sağlıklı bir durum değildir. Bilinen demokratik yoldan geçmeden gelişen ve sürekli istikrarsızlık çukurunda boğulan yeni-sömürge düzeni, faşizmi içinde sürekli ve yapısal bir unsur halinde barındırmakta ve çeşitli biçimler altında kendini göstermektedir. Çürümüş bir parlamentonun varlığı çoğu kez oligarşik yönetimin faşist niteliğini gizleyen bir örtü olmakta ve zaten çok sık olarak bu örtü de ortadan kaybolmaktadır.

Dolayısıyla, hükümetlere ya da sivil faşist çetelerin güçlenip-zayıflamasına takılıp kalan bir faşizm anlayışı, ağaçların ardındaki asıl ormanı gözden kaçırmak anlamına gelmektedir, ki bu durum özellikle geçmişte bir dizi hatalı mücadele çizgisinin de kaynağını oluşturmuştur.

Aynı şekilde, yeni-sömürge özgünlüğünün sağlıklı kavranamaması genel olarak solda “devrimci durum” ve “kriz” konusunda doğru olmayan anlayışları geliştirmiş, bu durum evrimci aşama ya da devrim süreci üzerine kafa karışıklığını da üretmiştir. Belirli “kriz” anlarına yönelik beklenti ve temel mücadele biçimi konusuna “dönemsel” bakılması, bu konudaki en ciddi yanlış olmuştur.

Oysa, krizin zamana yayılarak, giderek derinleşen bir süreklilik hali göstermesi evrim ve devrim kavramlarını da klasik tanımlanışlarından farklı bir noktaya sürüklemiş, onları birbirini izleyen ayrı süreçler olmaktan çıkarmıştır. İki aşama, ya da iki aşamanın temel unsurları birlikte yaşanmakta ve bu durum iki aşamaya özgü devrimci yöntemlerin bir yeni harmanlanışını gerekli kılmaktadır.

Zaten, böyle bir irdeleme ile THKP-C anlayışında varılan en özlü nokta bu yeni harmanlanış biçimidir. Kuşkusuz klasik biçimde de, sözgelimi Rus Devriminde aşamalar birbirinden bıçakla kesilir gibi ayrılmaz, ama bu kez sözkonusu olan “hazırlık ve saldırı” unsurlarının ve yöntemlerinin daha grift bir ilişkisidir, yani iki aşamanın çalışma biçimlerinin birlikte ve yeni bir oranla kullanımı vardır. Siyasi güç ile maddi-askeri gücün birlikte büyütülmesi bu mantığın temel noktasıdır. Devrimci mücadelenin ilk anından başlayarak silahlı devrim mücadelesinin bütün sürecin eksenine oturması ve daha en baştan silahlı eylemin salt bir politik açıklayıcı olmanın ötesinde bir halk ordusunun günbegün yaratılması işlevini yüklenmesidir. Uzun bir hazırlık sonucu gerçekleşecek Ekim momentini değil de sürece yayılan bir uzun savaşı önüne koyan, bu anlamda silahlı mücadeleyi dönemsel değil bütün devrim sürecine özgü olarak kavrayan mantık, özünde bu “sürekli kriz” gerçeğinin saptanmasına dayanır. Bu mantık, krizin derinleşmesine yapılan iradi müdahale ile kitlelerin örgütlenip organize edilmesini bir bütünün parçası olarak algılar.

Ve suni-denge kavramı da işte tam bu noktada bir açıklayıcı kavram olarak temel bir yer tutar.

-Devam edecek


-DİPNOTLAR

(8) Bütün bunların Türkiye’nin somut gerçekleri olması hatta bugün artık çok terorik çaba da gerektirmeden çıplak gözle görülebilmesi, yine de F. Ali için çok fazla önemli değildir. O, somut durum her ne olursa olsun, feodalizmin tasfiyesi sorununu ille de “köylü usulü hal tarzı” ve “Prusya usulü hal tarzı” denilen iki biçimden birine mutlaka sokmak derdindedir. Yaşam, bu iki tarzın önceden çizilmiş sınırlarına sığar mı çok önemli değildir.

Türkiye’de yeni-sömürgeleşme sürecinde gerçekleşen ve bugüne dek gelen şeyin, “köylü usülü” denilen tarz olmadığı, yani bir demokratik devrim sonucu feodal ilişkilerin tasfiye edilmediği yeterince açıktır. Zaten kimsenin de böyle bir iddiası bulunmamaktadır.

Ama yine de salt bunu yinelemek, ülkenin 1940’lardan bugüne değişen manzarasını bize pek açıklamaz. Türkiye, son 50 yılda gözle görünür şekilde bir yerlerden bir yerlere gelmiştir. Tarımsal ilişkilerin tümden değil ama önemli oranda çözülüşü, dengelerin gitgide burjuvazi lehine değişmesi, yaşamın her alanına kapitalist pazar ilişkilerinin girmesi ve bu arada kent ve kır nüfus oranlarının da değişmesi… vb. gibi bir dizi süreç rahatça izlenebilir durumdadır. İsimlendirmeler bir yana olguların kendisi ortadadır.

Burada, köylü usülü “aşağıdan devrim” ya da prusya tarzı “yukarıdan devrim” gibi bir ikilem çok anlamlı değildir. Zaten sözkonusu olan “yukarıdan” yada “aşağıdan” (ya da başka herhangi bir biçimde!) bir devrim değildir. Olan şey, yeni-sömürgeci kapitalistleştirme tarzının ülkede emperyalist pazarı kerte kerte genişletmesidir. Ve bu genişletmede bütün çarpıklığıyla gelişmiş, hesaplaşma bir yana işbirlikleriyle gerçekleştirilmiştir. Yani ortada iradi bir süreç de yoktur. Bağımlı kapitalistleşme kendi sonuçlarını yaratmıştır.

Tabii siz yine de “ülkemizde emeğin sömürülüş biçimi ya da sömürünün egemen şekli, yarı-feodal biçimidir” diyebilir, ülkede “yarı-feodal bir iktisat egemendir” (Yeni Demokrasi/19) türünden iddialarda bulunabilirsiniz. O güzel “sarı pabuç”larınızı sevebilir, onların hep aynı “sarı pabuçlar” olduğunda ısrarlı olabilirsiniz. Ama insanlar yine de, yazılanları okuduktan sonra durup çevrelerine bakarlar ve yazılı metinler ile gördüklerini karşılaştırırlar. Doğrusu insanoğlunun böyle bir “kötü” huyu olmasaydı, gerçekten teorisyenlerin de işi çok daha kolay olurdu…

(9) “İki yılda, üç yılda bir hükümet değişikliklerinin olduğu bir ülkede Özal, İnönü, Ecevit vb. ..’lerinin oligarşisinden sözedilebilir mi?…” (Y.D./19) diyorsanız eğer, doğrusu bizim işimiz epey zorlaşır. Böylesi bir söylemin neresinden düzeltilebileceğini saptamak için bile uzun çabalar gerekir ve sanıyoruz bu durumda en doğrusu M. Çayan’ın yeniden okumasını tavsiye etmektir. Gerçektende bu söylem Çayan’ın ifade ettiği düşüncelerin hiç anlaşılmaması demektir. Özallar, İnönüler vb. ile, gelip geçen hükümetler ile ilgili olmayan temel bir yönetim yapısından, bir hakim sınıflar blokundan bahsedilmektedir. Bu sınıflar bloku ile onların politik sahnedeki aktörlerini karıştırmak, parlementer istikrarsızlıkla blokun sürekliliğini karıştırmak gerçekten kavramdan hiç bir şey anlamamaktır.

Öte yandan, “… emperyalizmin koltuk değneklerine yaslanarak zar-zor ancak ayakta durabilen ve onun toplumsal dayanağı bir sınıf, nasıl oluyorda finans-oligarşik oluşumla aynı kefeye konulabiliyor?” diye sorulduğunda da aynı tavsiyeyi yinelemek gerekecektir. M. Çayan’ın ısrarla batıdaki finans-oligarşisinden ayrı bir şeyden sözettiğini, sözü edilen şeyin çarpık yeni-sömürge toprağındaki işbirlikçi tekellerle diğer gerici güçler arasındaki ittifak olduğu yeterince nettir. Burada yeni-sömürgelere özgü bir durum vardır ve zaten bu ayrımı vurgulamak bütün teorik çabası boyunca M. Çayan’ın en büyük derdi olmuştur.

Kaldı ki, yine en başa dönüp kavramlar-olgular tartışmasından hareketle kavramın değil olgunun önemli olduğu yinelenebilir. Yani, burada “oligarşi” sözcüğünü sevip sevmeme gibi bir sorunla karşı karşıya değiliz. Temel sorun, bu ülkedeki sınıflar kombinezonunun nasıl oluştuğu ve hangi sınıfsal güçlerin nasıl bir yapı ile yaşama egemen oldukları sorunudur. Adına ne derseniz deyin, sonuçta bu güçler işbirlikçi-tekelci burjuvaziyle birlikte, onun ağırlığı altında ülkedeki diğer gerici tabakaların üst kesimlerinden oluşmaktadır. Çin’in 1930’lardaki fotoğrafına ya da o fotoğraftan kaynaklı tahlillere sığsa da sığmasa da gerçeklik budur.

Ama siz hâlâ “Emperyalizmin cephe gerisi konumundaki, cılız sanayiye sahip, geri tarım ülkeleri olan yarı-sömürge, yarı-feodal yapıdaki ülkelerde…”, “burjuvazinin tekelci karekterde olmadığını” söylüyorsanız, artık yapılacak bir şey kalmaz. Bu durumda, en doğrusu, Türkiye sanayi ve ticaret yaşamı üzerine son kırk yılın verilerini F.Ali’ye sunup aradan çekilmektir. Gerçektende bu konuda başka bir şey yapabilmek mümkün değildir.

image_pdf

Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.